28 Ocak 2013 Pazartesi



Günaydınlar
önce herkese güzel bir gün
işi olanlara iyi çalışmalar
işi olmayana iyi bir iş
aşı olmayana aş
aşkı olmayana aşk
esnafa sanatkara bol kazanç
sanatçılara ilham
sevdalılara sabırlı bekleyiş
emekliye sağlıklı yaşam
unuttuklarıma affedilmek dilerim




27 Ocak 2013 Pazar


Belki bir yerlerde yayınlanmış okuyan olmuştur ama ben ilk defa okuduğum için paylaşmak gereği duydum 
hani meclis de milleti temsil eden milletvekillerinden bazıları kurtuluş savaşı yokmuş yunanlılarla savaşılmamış diye laflar edenler.
Bu vatanın nimetlerinden faydalanıp her şehrinde serbestçe dolaşanlar meclisine ayrım yapılmadan temsilci olarak katılanlar bu vatanın topraklarının 4/3 istila altında iken sizler nerde idiniz atalarınız kimlerin yanında idi.
Bu gün televizyonlarda Atatürk dil uzatan bayanlar ve baylar sizler kime hizmet ediyorsunuz korumalar olmadan milletinizin vekilleri bu okuduğunuz satırlardaki yapabilirlermi ne dersiniz!!
                                                                                                             Necdet KONYA
***********************************************

Sabiha Gökçen anlatıyor:
“Bir Köylü Kadın ve Atatürk”

Gazi Çiftliği’nde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rastladık.
Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu;
- “ Merhaba nine”
Kadın Ata' nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;
- “Merhaba” dedi.
- “Nereden gelip nereye gidiyorsun?”
Kadın şöyle bir an duraladı;
- “Neden sordun ki? Buraların sahabisi misin? Yoksa bekçisi mi?”
Paşa gülümsedi;
- “Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi sen nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin?”
Kadın başını salladı;
- “Tabii söyleyecem beyim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindenim. Bizim mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara' ya geldim."
- “Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?”
- “Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da.... Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Ben de gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı Angara’ ya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte agşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.”
- “Senin Gazi Paşa' dan başka bir isteğin var mı?”
Kadının birden yüzü sertleşti.
- “Tövbe de bey tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O, bizim vatanımızı kurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağ ol paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım edive de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyive.”
Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek;
- “Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu."
Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum;
- “Anacığım” dedim, “sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk iste karşında duruyor.”
Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü Ata' nın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı;
- “Tek ineğimin sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm.”
Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi. Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;
- “Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun.”

Kaynak: Mustafa Bilge Işıktürk Mustafa Kemal Nasıl "Atatürk" Oldu




















26 Ocak 2013 Cumartesi

nsyckonya28: TÜRKİYE-MISIR RO RO HATTI

nsyckonya28: TÜRKİYE-MISIR RO RO HATTI: TÜRKİYE-MISIR RO RO HATTI İLK AÇILIŞI VE TARİHİ VE BU GÜNKÜ DURUMU Türkiye ile Mısır Arasında Ro-Ro Seferleri Başladı  Mersin Limanı...

TÜRKİYE-MISIR RO RO HATTI


TÜRKİYE-MISIR RO RO HATTI İLK AÇILIŞI VE TARİHİ VE BU GÜNKÜ DURUMU


Türkiye ile Mısır Arasında Ro-Ro Seferleri Başladı 

Mersin Limanı ile Mısır'ın Port Said Limanı arasında Ro-Ro seferleri Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan'ın da katıldığı törenle başladı.26.04.2012 Tarihinde Alcor Ro Ro denizcilik firmasının önderliğinde başladı

Haber: Türkiye ile Mısır Arasında Ro-Ro Seferleri Başladı
Mersin Limanı ile Mısır'ın Port Said Limanı arasında Ro-Ro seferleri Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan'ın da katıldığı törenle başladı.
























**********************************************************************************************************************
      Bir tatlı koşturmacanın daha sonuna geldik 01.04.2012 tarihinde Mersin-Mısır-S.Arabistan hattını bin bir emek harcayıp alınteri döktüğümüz kimi zaman üzüldüğümüz kimi zaman neşelendiğimiz ilk kuruluşun sıkıntılarını zorluklarını yaşadığımız zaman çok zor durumlara düştüğümüz hattı yaptığımız bunca emeğe geriye dönüp baktığımda üzüntü duymamak elde değil ama ne yaparsın ki partnerimiz Rus armatörün anlamsız tutumları gemilerin ve personelin yetersiz kalması gemi arızalarının zamanında yapılmamasından kaynaklanan ve yönetimsel idari tertiplerin  zamanında hamle yapamamasından kaynaklanan sebeplerden dolayı faliyetimize son verdik Tüm sıkıntıları ve ilk başlangıcın handikaplarını çekip hattın oturmasını sağladıktan sonra hazırlayıp bilgilerini vereceğim firmalar bizim bıraktığımız yerden Mersin den SALEM denizcilik firması aşağıda bilgileri bulunan gemilerle seferlere devam etmiştir, diğer firma SİSA Shippıng İskenderun dan MISIR VE İsrael -hayfa limanına seferlerine araç kapasiteleri daha yüksek gemilerle başlamış halen devam ettirmektedirler.




*****************************************************************************************






İSKENDERUN-MISIR-SUUDİ ARABİSTAN RO-RO HATTI
2003 yılında Birleşik Arap Emirlikleri’nin Dubai şehrinde gemi acentesi olarak kurulmuş ve halen Al Hamriyya limanında armatör,gemi işletmecisi,kargo brokeri ve gemi acentesi olarak faaliyetini sürdürmekte olan SALEM AL MAKRANI KARGO CO. yeni yatırımlarla İskenderun-Mısır-Suudi Arabistan güzergahında düzenli seferlere 28.10.2012 tarihinde başlıyor.
125 tır kapasiteli RO-PAX RÜZGAR gemisi ile seferlerine başlayacak olan firmamız bunun devamında 190 tır kapasiteli RO-PAX AQUA HERCULES gemisi ile İskenderun-Mısır arasında seferlerine devam edecek Suriyede yaşanan malum sorunlarla sekteye uğrayan Ortadoğu taşımalarına yeni soluk olacaktır.



İskenderun,Mısır,S. Arabistan,Ro-Ro,Hattı

nsyckonya28: bulancak-talipli-Giresun ve şairimiz ishak konya

nsyckonya28: bulancak-talipli-Giresun ve şairimiz ishak konya: Adresi sorulmayan zamanlar  ardı lodos martıları önü sıra Kadıköy buz kırılası mevsim donmaları içimizde bir ço...

bulancak-talipli-Giresun ve şairimiz ishak konya














Adresi sorulmayan zamanlar 

ardı lodos martıları önü sıra Kadıköy
buz kırılası mevsim donmaları
içimizde bir çocuk büyümese
içinde İstanbul
küçülse küçülse küçülse

bir aralık gelse bahar
bir aralık önü zemheri ayaz
intihar uçuşlarında martılar
bir deniz bitse
bir deniz başka ülke düşlerinde üşümese

sen de bilirsin şemsi abi
boğazımızda yılan ıslığı fırtınalar
boğazdan su akar, su akar
ne senden geçer ne benden
gider gider gider
bir gülümseme kalır baharlara
önü sonsuz sıcak zamanlara
gülümse

yarım aklık gri sabah sisli durma
balıklar uykuda ölür martılar karanlıkta

unut gelmiş geçmiş kışları
bahar gene gelir
göğüsleri geniş elbiseleri dar
omuzlarından meyveler dökülür
açılır perdeler gün mayısa düşer


gülümseyen denizler al koynuna-uyu
balıklar uykuda ölür martılar karanlıkta

diyelim ki şemsi abi
gökyüzü oynak iki ayaz beş beyaz
üç gün üstüne uyku yaz
balıklar ölsün ölmesine de
ölüm yüzlü hüzünlere kaç çeker hayat
soğuk insan yalnızlıklarına martılar
su mavisi sinemalarda çay aralıkları
sıcak yalnızlıkları özlemek- şimdi
ruhunu kaybetmeyen balıklar bir de martılar
suyun güzelliğini kamçılar

bugün hangi film oynar eski sinemada
deniz yorgunları da gelirler

o film geldiğinde her vakit
kampanası çalan yapıtların hikayeleri akar boğazdan
su seslerine gece öksüz
tüyü bitmemiş balıkların aşkına

zaman şemsi abi zaman
öyle bir yalnızlık taşıyor ki- hayat
sinemalarda biz seyirciyiz
aşk her zamanki gibi

kasım sancılarında yağmurla-kış karası bu aylar
yazlık sinemanın perdelerini kapat
oynak balıkların göç vakti-insan uzak
orta sularda ölüm, yak mangalı keyfine bak

yağmura dönecek yaş karlar- karlar güneşe
bir demli çay daha oynak balıkların şerefine
baharda gelir bahar da unutma …


denizden esintiler ishak konya

GÖÇLER-TÜRK DEVLETİ KURULUŞ-ETNİK TOPLULUKLAR

  Yüzyıllardır dünya kurulduğundan bu tarihe kadar iyilik ile kötülük dünya üzerinde kıyasıya rekabete girmişler yaşadıkları ve yerleştikleri topraklar üzerinde birbirleri ile savaşmışlar hala savaşmaktadırlar tıpkı bu günkü gibi Türklerin son devleti olan Türkiye Cumhuriyeti kurulumunda başlayan ve çeşitli etnik toplulukların birleşimi ile kurulmuş bir ülkenin  etnik bir topluluğun yabancı etkenlerin etkisi altında kalarak (bir nevi dinler farklılığının getirdiği ayrımcılıklarla bir dinin diğerine üstünlüğünü kurmaya ve hegemonyasına altına almak için karşısındakini parçala yönet egemenliği altına almak olan hiristiyan,yahudi toplumlarının müslüman toplum üzerinde gizli  emelleri) işte bu etnik toplumun son Türk devletine verdiği maddi ve manevi zararları gördüğümden acaba neler yapılmalı ki her iki toplumda yıllardır süren bu ayrımcılık sen ben kavgası ortadan kalksın bu yazıda Türk toplumun geçmişi ile ilgili yazılan ve var olan bilgileri aşağıda derledim Türk toplumunun artık geri dönüş yoluna giremiyeceğini veya terk ettikleri topraklara dönüşünün imkansız olduğunu görerek her iki topluluk veya diğer etnik topluluklar bir arada nasıl yaşarlar dışardan gelen ayrımcılığı körükleyen fikirler ve destekler nasıl önlenir onları yetişmiş ,eğitimini görmüş devlet adamlarına bırakmak gerektiğini düşünerek aklımın ve mantığımın bana verdiği fikirle her ne olursa olsun kavga ile savaşla değil diyalog ve konuşma tartışma ayni bütünde birleşme ile  birlikte yaşamayı öğrenmemiz gerektiğini düşünüyorum.     NECDET KONYA

not:aşağıdaki yazı bir bölümü Sn.Timuçin BİNDER in yazılarından alıntı yapılmıştır kendisine değerli fikirleri için teşekkür ederim.






Göç Destanı, bir Uygur destanıdır. Uygur Türklerinin ulusal birliğini koruyan tılsım bozulunca, yurtlarını bırakarak güney batıya doğru nasıl göç ettiklerini anlatır :
Uygurların vatanında “Hulin” isimli bir dağ vardı. Hulin dağından Tuğla ve Selenge isimli iki ırmak akardı. Bir gece oradaki bir ağacın üzerine gök yüzünden ilâhi bir ışık indi. iki ırmak arasında yaşayan halk bunu dikkkatle izlediler. Daha sonra ağacın gövdesinde şişkinlik oluştu, ilâhi ışık dokuz ay on gün şişkinlik üzerinde durdu. Ağacın gövdesi yarıldı ve içinden beş çocuk göründü. Bu ülkenin halkı bu çocukları büyüttü. En küçükleri olan Buğu Han büyüyünce hükümdar oldu. Ülke zengin halk mutlu oldu. Aradan uzun zaman geçti. Yulug Tigin isimli bir prens hakan oldu. Yulug Tigin, Çinlilerle çok savaştı. Bu savaşlara son vermek için oğlu Gali Tigini bir Çin prensesi ile evlendirmeğe karar verdi. Çinliler , prensese karşılık hükümdardan Tanrı dağının eteğindeki Kutlu Dağ adını taşıyan kayayı istediler. Gali Tigin kayayı verdi. Çinliler kayayı götürmek için kayanın etrafında ateş yaktılar, kaya kızınca üzerine sirke döktüler. Ufak parçalara ayrılan kayayı arabalara koyarak Çin’e taşıdılar. Memleketteki bütün kuşlar, hayvanlar kendi dilleriyle bu kayanın gidişine ağladılar. Bundan yedi gün sonra da Gali Tigin öldü. Kıtlık ve kuraklık oldu. Yurtlarını bırakarak göç etmek zorunda kaldılar.

Ortaçağda Avrasya Bozkırları III - Orta Asya Bozkır İmparatorlukları II


Türk Kağanlığı (Gelişmiş Göçebe Pastoraller MÖ 7.yy)
*Hunlar 4.yy ait olmalarına rağmen bu haritaya dahil edilmiştir.


Her ne kadar Avrasya bozkırlarındaki gelişme, sonrakinin öncekinden daha üst düzeyde bir evreyi temsil ettiği bir çizgi biçiminde olmamışsa da (ki çoğu zaman kopukluklar ve geriye gidişler olmuştur), sanki daha üst bir evreyi temsil eden farklı münferit yönelişler veya oluşumlar tespit etmek mümkündür. Örneğin, ilk büyük bozkır imparatorluğu olduğunu belirttiğimiz Hsing-nu konfederasyonu yukarıda vermiş olduğumuz bozkır devlet tipolojisinde birinci tipi temsil eden bir haraç imparatorluğudur. Hatta Avrasya bozkırları tarihine baktığımızda, büyük kısmı Hsiung’nu’ların kontrolünde geçmiş olan MÖ 209 ile MS 552 arasındaki ilk evre “haraç imparatorlukları” dönemi[1] biçiminde tanımlanmıştır. (Hsiung-Nu’lar varlıklarını MS 3. yüzyıla kadar sürdürmüştür.) MS 551’de tarih sahnesine çıkmış Türk Konfederasyonu’ysa aynı devletleşme tipolojisinde ikinci tipe karşılık gelen daha farklı bir gelişimi temsil etmiştir. Bir önceki evrenin aksine, Türk Kağanlığı’yla başlayan dönemin siyasi yapıları “ticaret-haraç” imparatorlukları olarak adlandırılmıştır. Bu imparatorluklar veya devletler iki Türk İmparatorluğu (552-630 ve 682-745), Türklerin ardılı olan doğudaki Uygurlar (744-840) ve batıdaki Hazarlar (630-965) olmuştur.[2]

Bununla beraber ilk Türk Kağanlığını hâlâ bir haraç imparatorluğu olarak görmek daha doğrudur. Tek bir sosyo-ekonomik ve politik yapı biçiminde köylüleri, kentlileri ve göçebeleri kaynaştırma olarak tanımlanan ikinci tip devletleşme İkinci Türk Kağanlığı’nda görülmüştür. Türkler, kendilerinden önce gelmiş ve hatta kendilerinden sonra gelecek gruplardan (Moğollar) farklı olarak kendi topraklarında tarım, zanaatlar ve ticaretle uğraşan ve hatta kentler kuran büyük Soğdak (Sogd) kolonilerinin kurulmasına izin vermiştir. İran dil ailesine ait bir dil konuşan Soğdakların ticari deneyimi sayesinde savaş ganimeti ve haracı, özellikle de ipek satılmaya başlanmıştır. Türklerin siyasi gücü Soğdakların serbest bir şekilde ticaret yapmasına ve pazarlar kurmasına olanak sağlamıştır. Böylece bozkır göçebe devletlerinde daha önce görülmemiş ve daha sonra da pek görülmeyecek çok özel bir durum belirmiştir ama bu zamanla Çinle savaşın devam ettirilmesini isteyen Soğdak danışmanların etkisi altındaki Türk kağanı ile Türk aristokrasisi arasında sorunlara neden olmuştur.[3] Fakat bu ikinci tip devletleşmenin en


Türk Kağanlıklarından Sonrası - Uygurlar (MÖ 750-MÖ 800 arası)


baskın biçimde görüldüğü Batı Türk Kağanlığı, yeterince güçlü bir siyasi yapı oluşturamadığından bu süreci sonuna kadar götürememiştir. Türk Kağanlığı’nın ardından gelen Uygurlarsa ilk başta birinci tipte devletleşme eğilimi içinde olmuştur; ancak günümüzde Doğu Türkistan olarak adlandırılan bölgeye geçtikten veya daha doğrusu geçmek zorunda kaldıktan sonra ikinci seçeneğe doğru yönelmişlerdir. Bunda bulundukları bölgede göçebe pastoral yaşam tarzını sürdürmenin zor olması belirleyici olmuştur. Benzer şekilde, Uygurların yıkılmasının ardından Yağma, Çığıl ve Tutşi gruplarını birleştiren ve Aşina klanının hâlâ lider konumda olduğu Karlukların oluşturduğu Karahanlılar da ikinci tip devletleşmenin içinde görülebilir. Karahanlıların Samanilerin egemenliğini sona erdirerek Maveraünnehir (Orta Asya) bölgesine yayılması büyük bir yıkıma yol açmamış, bu bölgede yaşayan çeşitli İran dillerini konuşan yerleşik köylü kitleyi etkilememiştir. Karahanlıların bu bölgeyi egemenlikleri altına alması daha çok dikhan olarak adlandırılan İran kökenli toprak sahiplerini etkilemiştir.

Orta Asya olarak tanımlanan batıda Hazar Denizi ve Ural dağları, kuzeyde Batı Sibirya taygaları, doğuda Tarım havzası ve güneyde de Hindikuş dağlarıyla sınırlanmış bölgede 6. yüzyıla kadar, İran dilleri konuşan, hem yerleşik hem de göçebe topluluklar yaşıyordu. Bu tarihte bozkır kuşağı tamamen Türkleşmiştir ve aynı süreç yerleşik bölgede de başlamak üzeredir.[4] Buradaki İran terimini günümüzde kullanılan İran terimiyle karıştırmamalıyız. Her ne kadar bugünün İran ulusu bir İran dili konuşuyorsa da, İran dilleri derken çok daha geniş bir aile anlamamız gerekiyor. Özellikle 7. yüzyılın başında henüz İslam’la tanışmamış Orta Asya’ya baktığımızda, Maveraünnehir bölgesinde ana dilin Soğdakça ve bu bölgenin kuzeybatısında Harezmce olduğunu, ayrıca bu bölgenin doğusunda ve güneydoğusunda, Sinkiang’ın (günümüz Doğu Türkistan’ı) batısında Hotanca ve Toharistan’da da Baktiryaca konuşulduğunu biliyoruz. Bu arada Sinkiang’ın doğusunda da, henüz burası Türkleşmeden önce, başka bir Hint-Avrupa dili Toharca (İtalo-Kelt ve Germen dillerinin bulunduğu Kentum dalından; İran dilleriyse aynı dil ailesinin satem dalındandır) konuşulmuştur.[5] Bu dillerin yerlerini bu dönemden itibaren Türk dilleri ve başka bir İran dili olan Farsça almıştır; yani bu bölge dilsel olarak hem Farsileşmiş hem de Türkçeleşmiştir. Dolayısıyla, kültürel açıdan bu bölgede iki farklı dalga yayılmıştır. İlk dalga burada bulunan İran topluluklarının Farsi dil ve kültürü etkisi altına girmesine yol açmıştır. Farsi olarak adlandırılan Yeni Farsçanın kökeni antikçağ Akamenidlerinin güneybatı İran’daki bölgesinde konuşulan ve Farsça olarak adlandırılan dildir. Yeni Farsça Müslümanlığı Horasan bölgesinde yaymaya çalışan Araplara katılmış Farslı İranlılarla ortaya çıkmış ve Orta Asya’da diğer İran dillerinin yerini almıştır. 750’lerden itibaren belirmiş ve aslında Farsçanın Araplaşması veya İslam’la buluşması olarak tanımlanabilecek bu dil ve onunla birlikte gelen kültür[6] Orta Asya bölgesinde Samani döneminde en parlak dönemini yaşamıştır.[7] İslam ile İran’ın kültürel uzlaşmasının ilk önce doğuda, Horasan ve Maveraünnehir’de ortaya çıkmış ve daha sonra batıya doğru yayılmış olması ilginçtir; Türkçe konuşan Oğuz topluluklarının batıya ilerleyişi de aynı dönemde gerçekleşmiştir. Orta ve İç Asya bozkırlarının batı yönünde ilerleyen Türk dili toplulukları İslam’la bu Yeni Fars kültürü aracılığıyla tanışmış ve bu toplulukların bir kısmı daha sonra aynı kültürle birlikte batıya ilerlemiştir. Bunun dışında, her ne kadar çelişkili gözükse de, Türkçeyi bir edebiyat diline dönüştüren Karahanlılar Yeni Farsça’yı da kullanmış ve bu sayede bu dilin gelişmesinde önemli bir rol oynamışlardır. [8]

Orta Asya’da bu dönemde ortaya çıkan en büyük dilsel değişim muhtemelen bu bölgenin dilinin Türkçeleşmesidir. Fakat bu süreç bir anda gerçekleşmemiş, bu bölgenin insanları uzun süre iki dilli bir yaşam sürdürmüştür.[9] Bu iki dilli yapıdan veya kendi dili yanında Türkçe de kullanan grupların varlığından Kaşgarlı da meşhur Divan-ı Lügat-ı Türk’ünde bahsetmiştir. Bu da iki dilliliğin ne kadar yaygın olduğu konusunda önemli bir ipucudur. İki dilliliğin ortaya çıkışı, Karmysheva’ya göre [Bregel’den aktarma] “Türklerin Tacikler üzerindeki basit bir etkisi sonucunda oluşmamış, aksine bu iki grubun he yönden karışmasıyla, fiziksel bileşimi neticesinde oluşmuştur.”[10] Her ne kadar Orta Asya’da bu dönemde belirmiş bu iki dillilik üzerinde henüz yeterince çalışılmamışsa da, Karmysheva’nın iddiası üzerine düşünmeye değerdir. Bu iki dillilerin temsil ettiği grubun diğerlerinden farklı bir şekilde adlandırıldığını gösteren terimler vardır. Bu terimlerden biri Sart’tır. Yerleşik İranlılarla göçebe Türklerin dilsel ve kültürel karışmalarından ötürü Maveraünnehir, Harezm, Fregana ve Taşkent gibi yerlerde gerçekten karışık bir kültür ortaya çıkmıştı. Bu kültüre ait olanlar “Harezm, Fergana ve Taşkent’te Sartlar olarak anılıyorlar ve daha çok Türkçe konuşuyorlardı. Bazen de iki dilliydiler. Maveraünnehir’de Tacikler ve Çağataylar olarak adlandırılıyor ve daha ziyade Tacik dili konuşuyorlardı ya da iki dilliydiler. Ama bazıları (hem Çağataylar hem de Tacikler arasında) Türkçe de konuşuyordu. İki temel terim, Sart ve Tacik etnik bir gruptan çok, tek bir kültürel türe işaret eder. Ancak bazı bölgelerde etnik bir anlamı da olduğu varsayılabilir.(…)”[11] Diğer yandan Sart ve Tacik terimlerinin geçmişlerini daha geriye götürmek de mümkündür. Tacik teriminin kökeni Sasaniler olarak adlandırılan İslam öncesi son Fars (Pers) imparatorluğunun Irak sınırlarında yaşayan Tayy adındaki Arap kabilesine gitmektedir. Farsiler bu adı genelde tüm Araplar için kullanmış, Soğdaklar da bu geleneğe uymuştur. Müslümanların Orta Asya’yı istilasıyla birlikte Müslümanlığı seçen Farsiler ve Soğdaklar da Tacik olarak adlandırılır olmuş ve bir süre sonra Farsça (veya diğer İran dillerinden birini) konuşanların sayısı Arapların sayısını geçince, bu terim Farsça konuşan Müslümanlar için kullanılmaya başlamıştır. Sart terimine gelince, bu terimin kökeni Sanskritçe de karavan lideri anlamına gelen sarthavaha sözcüğüdür. Hintliler İpek Yolu ağlarını kontrol eden ilk bölgelerarası tacir gruplarındandır ve yerel gruplar bir süre sonra bu terimi genelde bu tür ticarette uzmanlaşmış tüccar için kullanmıştır. Zamanla Soğdaklar bu ticareti kontrol etmeye başlamış ve bu terim Türkler ve Moğollar tarafından onlar için kullanılmaya başlamıştır. Sonunda terim Tacik teriminin eşanlamlısına dönüşmüştür. Soucek’e göre bu terim uzun bir süre sadece Farsça konuşanlar için kullanılmıştır ama on dokuzuncu yüzyılda Sart teriminin kentlerde yaşayan Türkler ve Tacik teriminin de sadece Farsça konuşanlar için kullanılır olmuştur. Bu değişiklik on altıncı yüzyılda Özbeklerin bu bölgeye gelmesiyle gerçekleşmiştir. Farklı bir Türk dili konuşan Özbekler ya dilsel ya da kültürel farklılıktan ötürü kentlerde yaşayan Türkleri daha farklı bir şekilde adlandırmaya başlamıştır. Özbekler konumuzun dışında ama bu bilgi, Sart teriminin ne tür bir değişiklik geçirdiğini göstermek açısından yararlıdır. Yine ilginç olan bir başka örnek de, Anadolu’ya gelen Oğuzlar veya genelde Orta Asyalıların Ermeniler tarafından Tacikler olarak adlandırılmış olmasıdır.

Bu karışıklığın çözülmesi için daha fazla araştırma gerektiği ortada ama kesin olan bir şey varsa o da bu dönemde bir karışmanın gerçekleştiği ve bu sürecin farklı kimliklere veya kimliklendirmelere yol açmış olduğudur. Bu dönemde farklı boylar halinde Orta Asya’ya yayılan Türkçe konuşan kitleler sadece bu bölgeyi Türkçeleştirmekle kalmamış, yeni bir kültürel grubun ortaya çıkmasına da yol açmıştır. Bu süreç Türklerin İranlıların yerini alması şeklinde ifade edilemeyecek kadar karmaşık bir sürece işaret etmektedir. Söz konusu olan sadece iki farklı grubun karışması değildir. Bir yer değiştirmeden çok iki farklı grubun karışması söz konusudur ama bu karışmayı sadece iki farklı etnik grubun veya farklı diller konuşan iki grubun karışması şeklinde düşünmemeliyiz. Aynı zamanda göçebeler ile yerleşikler karışmaktadır ve bu süreçte önceki dönemin göçebeleri daha sonranın yerleşikleri olabilmektedir. Aynı süreç sırasında diller birbiriyle kaynaşmakta, bazı diller yok olurken yeni diller veya diyalektler belirmektedir. Bu arada çeşitli kimlikler ortaya çıkmakta ya da çoğu zaman eski kimliklere yeni içerikler verilmektedir. Ayrıca bir de bu tartışmanın başında bahsettiğimiz göçebe boylarının devletleşmeleri süreci vardır ki, bu süreç yerleşiklerle ilişkiye girilmesiyle yakından bağlantılıdır; göçebe devletleşmesi çoğu kez yerleşiklerin de doğrudan veya dolaylı bir şekilde yer aldıkları ilişkiler bağlamında gerçekleşmiştir. Bu arada unutmamamız gereken bir de dinler konusu vardır. Bu bölge aynı zamanda (günümüzün moda terimiyle) bir dinler mozaiğidir de. Bir yanda süratle yayılmakta olan Müslümanlık, diğer yanda da bozkırların pagan göçebeleri vardır. Bu ikisinin arasında Orta Asya’nın karmaşık ve zengin dinler mozaiği bulunmaktadır. Bu mozaik Budizm, Zerdüştlük, Maniheizm, Nasturilik ve Yahudilik gibi inançları kapsarken, aynı yapının içinde Soğdakların bereket tanrıçası Anahit inancıyla bozkırların Gök kültünü veya Tengriciliğin bir türünü de görmek mümkündür.[12] Bu bölgede sonunda İslam dini baskın olmuşsa da bu diğer inançlar da tamamen kaybolmamış, çeşitli biçimlerde İslam’ın içine sızmayı başarmışlardır. Uzun vadede bozkırların göçebe pastoralcileri kaybetmiştir ama 1000’li yılların başında güçlüdürler. Orta Asya’ya yayılmalarının ardından Anadolu’ya ilerleyişleri gelecektir ama bu ilerleyişin sadece göçebeler tarafından gerçekleştirildiğini söylemek bu bilgiler ışığında zordur. Göçebeler Anadolu’ya doğru yol alan gruplardan sadece bir tanesidir diyebiliriz. Fakat Anadolu’ya geçmeden önce Orta Asya’daki siyasi gelişmeleri kısaca anımsatmak gerekiyor.

Türk topluluklarının kurduğu konfederasyonlardan veya kağanlıklardan ilki, bu tartışmanın başında belirttiğimiz gibi, Türk konfederasyonuydu. İç Asya topraklarında Ötüken merkezli olarak ortaya çıkan Türk konfederasyonu zamanla Orta Asya’ya doğru yayılmıştır. Bu bozkır imparatorluğunun tarihini iki evre veya iki kağanlık biçiminde incelemek mümkündür. İlk kağanlığın (552–630) sonunu Çin’in Tang İmparatorluğu’nun baskısı getirmiştir ama bir süre sonra ikinci Türk kağanlığı (682–745) belirmiştir. İkinci kağanlık da uzun ömürlü olmamış, çeşitli iç ve dış baskılar sonunda yok olmuştur. Her iki Türk kağanlığının da uzun süre ayakta kalmamış olmasının ardındaki temel neden, bu tartışmanın devletleşmeyle ilgili kısmında bahsettiğimiz gibi, bu dönemde henüz çok güçlü bir devlet aygıtının belirmemiş olmasıdır. Diğer yandan, tüm zayıflıklarına rağmen Türk Kağanlıkları Asya bozkırlarında bir Pax Turcica (Türk Barışı) oluşturarak önemli bir işlevde bulunmuştur. Bu kadar geniş bir alanda barış koşullarının sağlanması Doğu ve Batı arasında ticari bağlantıların kurulmasına, malların ve fikirlerin bir yandan diğer yana gitmesine yol açmıştır.[13] On dokuzuncu yüzyılda Alman coğrafyacısı Baron Ferdinand von Richthofen’ın (1833-1905) İpek Yolları olarak adlandırdığı, Batı’yla Doğu’yu birleştiren ticaret yolları bu topraklarda ilk kez Türk İmparatorluğuyla başarılmamıştır.


Avrasya Dünya Sistemi Ticaret Yolları (MÖ 2. binyıldan Modern Çağa)
(Basitleştirilmiş Versiyon)


Medeniyetler arası ticaret bağları bu topraklarda dört kez oluşturulmuştur: İlk olarak MÖ 1. binyılda, ardından MS 1. binyılın başında, 6 ve 8. yüzyıllar arasında ve Moğol döneminde. Türk Kağanlıkları sadece Doğu’yla Batı arasındaki ticaret yollarını birleştirmemiş ama aynı zamanda güneyin yerleşik medeniyetleriyle kuzeyin göçebe pastoral topluluklarını da birleştirmiştir. Medeniyetler arasındaki ticaret yolları yeterince biliniyor olmasına rağmen, göçebelerle yerleşikler arasındaki kuzey-güney ekseni yönünde oluşturulmuş ticaret yolları çoğu kez gözden kaçmaktadır. Medeniyetler arası ilişkilerden önce geldiği düşünülen bu göçebelerle yerleşikler arasındaki ilişkiler de, bu bölgede farklı zamanlarda belirmiş dünya-sistemlerinin (veya bazı araştırmacılara göre tek bir dünya sisteminin) ortaya çıkmasına önemli katkılarda bulunmuştur.
Türk Kağanlıklarının ikinci önemli işleviyse, Türkçe konuşan topluluklarının batıya yayılmalarına yol açması olmuştur. Zamanla İç Asya bölgesinde neredeyse tek bir Türkçe konuşan topluluk kalmamıştır. Burada bir anayurttan göç düşünebiliriz ama Türkçe konuşan toplulukların burada yoğunlaşmış olması sadece bu bölgede bu toplulukların yoğunlaşmış olduğunu göstermektedir. Buraya da farklı bir yerden gelmiş olabilirler ve burada yoğunlaşmış olmalarının temel nedeni Çin medeniyetiyle girilmiş ilişkilerin merkezine yaklaşmak isteği olmuş olabilir. Diğer yandan burası gerçekten de Türk dili konuşan toplulukların anayurdu olmuş olabilir. Her halükarda bu Türkçe konuşan toplulukların zaman içinde Orta Asya’ya, Hazar Denizi’nin kuzeyine, Batı Avrasya bozkırlarına doğru yayıldıklarını görüyoruz. Her ne kadar bunlar belli hedefler içeren önceden örgütlenmiş göçler değildiyse de, İç Asya’dan batıya doğru iki ana hareket söz konusudur. Bunlardan biri Orta Asya üzerinden Anadolu’ya ulaşacak, diğeriyse Hazar Denizi’nin kuzeyinde günümüz Rusya’sına ve Balkanlara ulaşacaktır. Bu toplulukları Türk Kağanlıklarıyla ne kadar ilişkilendirebileceğimiz şüpheliyse de, bu kağanlıklarda başlamış ve Aşina klanında vücut bulan bir siyasi geleneğin devamı olduklarını söyleyebiliriz. Kağanlığın Aşina klanına bağlanması, yani kağanların Aşina klanından gelme zorunluluğu uzun bir süre devam etmiştir. Bu gelenek bu dönemde Gazneliler ve Selçuklular tarafından bozulmuştur; bu ikisi bu gelenekten bağımsız yöntemlere başvurmuştur. Pastoral dünyada kalanlar içinse, Aşina klanından olma zorunluluğu veya tercihi zamanla yerini Cengiz’in soyundan olmaya bırakmıştır. Selçuklu dönemine kadar Aşina siyaset yaklaşımının İç Asya ve Orta Asya’da Uygur Kağanlığı veya devletinde, kuzey Hazar bölgesinde de Hazar devletinde devam ettiğini görüyoruz. 750’li yıllarda Uygurlar Aşina geleneğini ele geçirirken Karluklar da yabguluk konumuna yükseltilmiştir. 840’larda Uygurları ortadan kaldıran Kırgızların kağanlık ideali beslememelerinden ötürü, kağanlık statüsüne Karluklar yükselecektir. Karahan konfederasyonunun tam olarak nasıl şekillendiği tartışmaları sürüyor olmasına rağmen, Karlukların bu birliğin oluşmasında temel bir rol oynadığı bilinmektedir. Böylece Aşina geleneği Karluklar aracılığıyla ilk Müslüman Orta Asya Türk devleti Karahanlılara kadar ulaşmıştır.



Orta Asya 10. yy sonu 11. yy başı


Bu sırada Aral Gölü civarında da Anadolu tarihini doğrudan etkileyecek olan Oğuzların belirdiğini ve bu siyasi hiyerarşide bir yabguluk olarak yer aldıklarını görüyoruz. Oğuzların Türk Kağanlıklarındaki Dokuz Oğuzlarla nasıl bir bağlantıları olduğu henüz aydınlatılmamıştır. Oğuz terimi genellikle kabile anlamında kullanıldığından, bu terimle adlandırılmış toplulukların birbirleriyle bağlantılı olmaları gerekmemektedir. Oğuzlar yabguluktan ileri gitmemiştir. Oğuzların bu bölgeye Karluklarla aynı dönemde yerleştikleri ve bu süreçte Peçenekleri yerlerinden ettikleri kabul edilmektedir. Hazar devletiyle bir süre ittifak içinde olmuş Oğuzlar (veya Hazar devletinin vasalıydılar) 965 yılında bu devletin ortadan kaldırılmasına katılmıştır. Hazar devletinin ortadan kaldırılmış olmasına rağmen, Batı Avrasya bozkırlarında (Ukrayna) Ruslar ile Harezmlilerin bulunmasından ötürü bu yönde ilerleyemeyen Oğuzlar güneye, Ortadoğu’ya inmiştir. Bu aynı zamanda Oğuzların Müslümanlığa geçtiği dönemdir. Bu sırada Oğuz yabgusunun subaşılarından Dukak’ın oğlu Selçuk’un kendi yolunda ilerlemeyi seçtiğini görüyoruz. Bazı tarihçilere göre Selçuk Hazarlara hizmet ediyordu ki, oğullarına vermiş olduğu Mikail, İsrail ve Musa adlarına bakıldığında bu geçerli bir iddiadır. Selçuk ve grubu kendilerini Orta Asya ve Horasan iktidar çatışmaları içinde bulacaktır. Bu, Fars/İran kökenli Samanilerin, bir Samani valisi Türk gulamının çabalarıyla ortaya çıkmış Gaznelilerin ve Aşina geleneğini sürdüren göçebe konfederasyonu Karahanlıların birbirleriyle kıyasıya mücadele ettikleri dönemdir. Bu çatışmanın sonunda Orta Asya’da yeni bir kültürel yapılanmaya yol açmış Samaniler yok olacaktır. Bu boşluğu dolduran Karahanlılar ile Gazneliler de bir süre sonra Selçuklular karşısında kaybedecektir.[14]



Selçuklular (11. yy)







25 Ocak 2013 Cuma

SARIYER-DÖNER-MARTI







     Sarıyer de yukarda ki resimde taksi üzerinden dönerci dükkanın daki dönercinin kestiği döneri büyük dikkatle izleyen VE Balık yemeyi döner yemeye tercih eden Martı yı görünce Avrupa topluluğuna üye olma kapsamında dönerin yasaklanma konusu ortaya gelince biraz araştırma yaptım Kökenin daha çok Türk toplumlarından geldiğini görünce dış ülkelerde da olsun topraklarımızda  olsun bu damak zevkinin kolay kolay insanlarımızın vazgeçemiyeceğini gördüm 

Döner'in Kırımlılar tarafından kılıçlarına et takıp kızartmalarından esinlenildiğine inanılmaktadır. Şu anki modern halini almadan önce Osmanlı dönemi seyahatnameleri'nde 18.yyda bahsi geçmiştir. Günümüzdeki son hali 19. yüzyıl'da, Bursa'daki İskender Efendi'ye dayanmaktadır veErzurum'daki Cağ Döner ile aynı kaynaktan geldiği düşünülmektedir.
Dünyanın en büyük döneri 2 ton 698 kilogramla Bursa Melike Döner'in yaptığı dönerdir. Bu dönerle Guinness Rekorlar Kitabı'na girmiştir. 6 Kasım 2005 tarihinde yapılan dönerde kuzu eti kullanılmıştır.


GALATASARAY,FUTBOL VE GENÇLER ÜZERİNE






Dany Achille Nounkeu < < Gaziantepspor - Defans - Bonservisi alındı (3.300.000 Avro)
Umut Bulut < < Toulouse FC - Forvet - Kiralık - (350.000 Avro)
Hamit Altıntop < < Real Madrid CF - Orta Saha - Bonservisi alındı (3.500.000 Avro)
Burak Yılmaz < < Trabzonspor - Forvet - Bonservisi alındı (5.000.000 Avro)
Nordin Amrabat < < Kayserispor - Orta Saha - Bonservisi alındı (8.500.000 Avro)
Felipe Melo < < Juventus - Orta Saha - Kiralık (1.500.000 Avro)
Furkan Özçal < < Kayserispor - Orta Saha - Bonservis bedeli ödenmedi
Wesley Sneijder < < Inter - Orta Saha (8.000.000 Avro)
http://cimbomgs.org/resimler/gidenler.png
Bogdan Stancu >> Orduspor – Forvet – (2.500.000 Avro)
Servet Çetin > > Eskişehirspor – Defans – (Bedelsiz)
J. Pablo Pino > > Mersin İdman Yurdu – Orta Saha (100.000 Avro)
Aykut Erçetin – Kaleci – (Serbest kaldı)
Ayhan Akman – Orta Saha – (Futbolu bıraktı)
Mehmet Batdal > > Bucaspor – Forvet (Kiralık)
Juan Emmanuel Culio > > Mersin İdman Yurdu – Orta Saha (Kiralık)
Serkan Kurtuluş > > Gençlerbirliği – Defans – (Bedelsiz)
Berkin Kamil Arslan > > Şanlıurfaspor – Orta Saha (Yetiştirme bedeli ödendi)
Yiğit İsmail Gökoğlan > > Orduspor – Orta Saha – (Kiralık)
Necati Ateş > > Eskişehirspor – Forvet
Cristiano Marques Gomes < < Defans - Sözleşmesi Feshedildi
Sercan Yıldırım < < Forvet - Sivasspor (Kiralık)


  Gelenler ve gidenler bir bakar mısınız bu futbolculardan  gelenlerden hangisi Ben kalp den Galatasaray lı yım deyip oynayacak tekme ye kafa sokacak göğsü yırtılırcasına oynayacak bir futbolcu görebiliyor musunuz  gidenler içinde bir Arda ve birde Necati vardı hakiki  GS lı olup da canı gönülden oynayacak futbolcular belki göstermelik Avrupa da bir iki maç kazanırsın ama bu kafa ile eski başarılarını yakalayamazsın ner de bu takımın alt yapısından yetişen futbolcular neden onların üzerine daha çok düşülmüyor alt yapıya gereken önem vermiyor larmı alt yapı ya seçilen çocuklar yeteneklerine göre seçilmiyor lar mı eğer yeteneklerine göre seçiliyor lar sa neden yeteneklerini daha çok geliştirip ana takıma futbolcu gelmiyor o zaman alt yapı da ki futbolculara önem verilmiyor eğitim ve öğretimleri eksik yapılıyor bu durumdan bundan başka düşünecek bir şey yok senin yetiştirdiğin futbolcu sahaya çıktığı zaman her şeyini verecek karınca gibi çalışacak arı gibi sokacak tilki kurnaz olacak o zaman başarı gelir dışar dan getirdiğin futbolcu sana 1 sene oynar ondan sonra yan gelip yatar sen zaten Avrupa dan getirdiğin futbolcunun her dediğine evet deyip öyle imza attırmış sın dünyanın parasını vermişsin yazık değil mi bu memleketin parasına içerde ki yetenekli gençlere verin veya onlara bu parayı yatırım araçı olarak kullanmak üzere fabrikalarınız dan iştirakler inizden pay ve hisse vererek hem onların geleceğini güvenceye alın hemde takımınız için canla başla mücadele edecek gencecik yetenekli gençlerle Avrupa nın tozunu atın ama rant gelirleri kaybolacak birilerinin diye kazancı olmayan işlere yönelir ler mi bilmiyorum bu düzenin değişmesi ve ıslahı gerekir her şey Galatasaray ımızın menfati için olması gerekir.





Neden yukardaki efsane takım gibi veya Barcelona gibi olmayalım çok mu zor benim memleketimin futbolcusu akıllıdır,çeviktir,dürüstdür işlenmemiş altın gibidir yeter ki o altını sanat şahaseri haline getirecek ustaların olması ve öğretmeleri gerekir.




23 Ocak 2013 Çarşamba

    Bir hafta önce Boğazın anadolu yakasında Anadolu Kavağında boğazı ve girişini seyrettik doğa nasıl bir olaydan sonra sanki ortadan ikiye ayırmış iki kara parçasını Bugün 23.0.1.2013 tarihinde boğazın diğer tarafında Rumeli kavağında boğaz girişinde aynı duygular içinde karşılaşınca İstanbul da yaşayıp bu şehrin nimetlerinden faydalanan bana göre dünyanın en güzel şehri olan İstanbul a ayrı bir güzellik veren boğazın tarihçesini ve aşağıda benim çektiğim her iki yakanın resimleri paylaşmak gereği duydum nasıl olmuş bu güzellik nasıl meydana gelmiş ne gibi felaketlere ve sevinçlere vesile olmuş bu gün her iki yakasında binlerce kişinin her gün geçtiği ve gezdiği bu yerler kimlerin sevincine ortak olmuş sıra sıra yüzyıllardır Karadeniz ile Marmara denizi arasında bir geçiş yolu olmuş kendine özgü akıntıları ile her iki deniz arasında canlıların yaşamasında önemli rol oynamış çeşitli toplumlardan gelen insanlara yerleşim yerleri olmuş son yüzyılda aşırı yapılaşma neticesinde doğal güzellikleri bozulsada yaratılış icabı hala gizemli güzellikleri insanların cazibe merkezi olan güzel İstanbul un gerdanlığı işte benim gözümden İstanbul boğazı
Necdet KONYA
(aşağıdaki yazı wikipedi alıntı yapılmıştır)

Genel olarak İstanbul coğrafyası ve İstanbul Boğazı 4. jeolojik zamanda oluşmuştur. Ancak İstanbul Boğazı'nın nasıl oluştuğu sorusuna kesin yanıt verebilecek dünyaca kabul görmüş bir görüş yoktur. Bugüne dek yapılan bilimsel çalışmalar sonucunda ağır basan kanı, jeolojik açıdan İstanbul Boğazı'nın deniz suları ile dolmuş bir fay çöküntüsüolduğudur. Buna göre, İ.Ö. 20.000 ilâ 18.000 yılları arasında, Buzul Çağı sonlanmış ve dünyanın büyük bölümünü kaplayan buz kütleleri erimeye başlamıştır. Binyıllarca süren bir erime sürecinin sonucunda, İ.Ö. 8.000 ilâ 7.000'lerde Akdeniz'in suları ilk hâlinden yaklaşık 150 metre daha yukarı çıkmıştır.[19] Deniz seviyesindeki bu büyük ölçekli artış nedeniyle Akdeniz'in suları Marmara'yı basmış; Marmara Denizi'nin suları da devam eden yükselmeler sonucunda Karadeniz ile birleşmiştir. Boğaz'ın derinliğinin kuzeyden güneye azalma göstermesi, geçmişte kuzeydeki bu yükseltilerin Marmara'nın sularına karşı bir set görevi gördüğü ve bunların deniz seviyesindeki yükselmeyle aşıldığı savını güçlendirmektedir.[19]
İstanbul Boğazı, Karadeniz'den alçak, Marmara Denizi'nden yüksek bir konumda yer alır.
Ortaya atılan bir diğer görüşe göreyse İstanbul Boğazı'nın olduğu yerden çok eski çağlarda çok büyük bir akarsu geçiyordu. Başta Haliç olmak üzere, bugün Boğaziçi'nde koy olarak beliren yeryüzü şekilleri o dönemde bu akarsunun kollarının ana suyla birleşme noktalarıydı. Buzul çağı bitip dünyadaki buzul çözülmeleri başlayınca tüm sular gibi bu akarsunun da su seviyesi yükseldi ve günümüzdeki biçimini aldı.[2]







Marmara Denizi'nin suyla dolarak Karadeniz'le birleşmesi olayı, mitolojide bilinen ve kimi kutsal kitaplarda da yer alan Nuh Tufanı ile de ilişkilendirilmiştir. Bu konuda da pek çok araştırma yapılmış ve 2001 yılında ABD'li araştırmacı Robert Ballard'ın bulgu ve savları büyük yankı uyandırmıştır. Çalışmaları 2001 yılı mayıs ayında National Geographic adlı coğrafya dergisinde de yayınlanmıştır.[19] Ballard'a göre Buzul Çağı'nda Karadeniz, çevresinde verimli tarım alanları bulunan büyük bir tatlısu gölüydü. Günümüzden 12.000 yıl önce başlayan buzul çözülmeleriyle birlikte ortaya çıkan sular, İstanbul Boğazı'nın güneyindeki engelin ardında birikmeye başladı. En sonunda bu engeli aşmayı başaran sular muazzam bir hızla Karadeniz'e akmaya başladı. Bir tatlısu gölü olan Karadeniz'e tuzlu denizsuyu doldu ve bu süreç boyunca Karadeniz'in suları günde 15 cm kadar yükseldi. Su seviyesindeki toplam yükselmenin 150 metre olduğu kabul edildiğine göre bu süreç 1000 gün yani yaklaşık 3 yıl sürdü. Tufan savını savunan bilim insanlarına göre verimli tarım alanlarını ve göl çevresi yerleşimleri yutan bu olağanüstü su yükselmesi kuşaktan kuşağa Nuh Tufanı olarak aktarılarak günümüze dek ulaştı.[19]