not:aşağıdaki yazı bir bölümü Sn.Timuçin BİNDER in yazılarından alıntı yapılmıştır kendisine değerli fikirleri için teşekkür ederim.
Göç Destanı, bir Uygur destanıdır. Uygur Türklerinin ulusal birliğini koruyan tılsım bozulunca, yurtlarını bırakarak güney batıya doğru nasıl göç ettiklerini anlatır :
Uygurların vatanında “Hulin” isimli bir dağ vardı. Hulin dağından Tuğla ve Selenge isimli iki ırmak akardı. Bir gece oradaki bir ağacın üzerine gök yüzünden ilâhi bir ışık indi. iki ırmak arasında yaşayan halk bunu dikkkatle izlediler. Daha sonra ağacın gövdesinde şişkinlik oluştu, ilâhi ışık dokuz ay on gün şişkinlik üzerinde durdu. Ağacın gövdesi yarıldı ve içinden beş çocuk göründü. Bu ülkenin halkı bu çocukları büyüttü. En küçükleri olan Buğu Han büyüyünce hükümdar oldu. Ülke zengin halk mutlu oldu. Aradan uzun zaman geçti. Yulug Tigin isimli bir prens hakan oldu. Yulug Tigin, Çinlilerle çok savaştı. Bu savaşlara son vermek için oğlu Gali Tigini bir Çin prensesi ile evlendirmeğe karar verdi. Çinliler , prensese karşılık hükümdardan Tanrı dağının eteğindeki Kutlu Dağ adını taşıyan kayayı istediler. Gali Tigin kayayı verdi. Çinliler kayayı götürmek için kayanın etrafında ateş yaktılar, kaya kızınca üzerine sirke döktüler. Ufak parçalara ayrılan kayayı arabalara koyarak Çin’e taşıdılar. Memleketteki bütün kuşlar, hayvanlar kendi dilleriyle bu kayanın gidişine ağladılar. Bundan yedi gün sonra da Gali Tigin öldü. Kıtlık ve kuraklık oldu. Yurtlarını bırakarak göç etmek zorunda kaldılar.
Ortaçağda Avrasya Bozkırları III - Orta Asya Bozkır İmparatorlukları II
*Hunlar 4.yy ait olmalarına rağmen bu haritaya dahil edilmiştir.
Her ne kadar Avrasya bozkırlarındaki gelişme, sonrakinin öncekinden daha üst düzeyde bir evreyi temsil ettiği bir çizgi biçiminde olmamışsa da (ki çoğu zaman kopukluklar ve geriye gidişler olmuştur), sanki daha üst bir evreyi temsil eden farklı münferit yönelişler veya oluşumlar tespit etmek mümkündür. Örneğin, ilk büyük bozkır imparatorluğu olduğunu belirttiğimiz Hsing-nu konfederasyonu yukarıda vermiş olduğumuz bozkır devlet tipolojisinde birinci tipi temsil eden bir haraç imparatorluğudur. Hatta Avrasya bozkırları tarihine baktığımızda, büyük kısmı Hsiung’nu’ların kontrolünde geçmiş olan MÖ 209 ile MS 552 arasındaki ilk evre “haraç imparatorlukları” dönemi[1] biçiminde tanımlanmıştır. (Hsiung-Nu’lar varlıklarını MS 3. yüzyıla kadar sürdürmüştür.) MS 551’de tarih sahnesine çıkmış Türk Konfederasyonu’ysa aynı devletleşme tipolojisinde ikinci tipe karşılık gelen daha farklı bir gelişimi temsil etmiştir. Bir önceki evrenin aksine, Türk Kağanlığı’yla başlayan dönemin siyasi yapıları “ticaret-haraç” imparatorlukları olarak adlandırılmıştır. Bu imparatorluklar veya devletler iki Türk İmparatorluğu (552-630 ve 682-745), Türklerin ardılı olan doğudaki Uygurlar (744-840) ve batıdaki Hazarlar (630-965) olmuştur.[2]
Bununla beraber ilk Türk Kağanlığını hâlâ bir haraç imparatorluğu olarak görmek daha doğrudur. Tek bir sosyo-ekonomik ve politik yapı biçiminde köylüleri, kentlileri ve göçebeleri kaynaştırma olarak tanımlanan ikinci tip devletleşme İkinci Türk Kağanlığı’nda görülmüştür. Türkler, kendilerinden önce gelmiş ve hatta kendilerinden sonra gelecek gruplardan (Moğollar) farklı olarak kendi topraklarında tarım, zanaatlar ve ticaretle uğraşan ve hatta kentler kuran büyük Soğdak (Sogd) kolonilerinin kurulmasına izin vermiştir. İran dil ailesine ait bir dil konuşan Soğdakların ticari deneyimi sayesinde savaş ganimeti ve haracı, özellikle de ipek satılmaya başlanmıştır. Türklerin siyasi gücü Soğdakların serbest bir şekilde ticaret yapmasına ve pazarlar kurmasına olanak sağlamıştır. Böylece bozkır göçebe devletlerinde daha önce görülmemiş ve daha sonra da pek görülmeyecek çok özel bir durum belirmiştir ama bu zamanla Çinle savaşın devam ettirilmesini isteyen Soğdak danışmanların etkisi altındaki Türk kağanı ile Türk aristokrasisi arasında sorunlara neden olmuştur.[3] Fakat bu ikinci tip devletleşmenin en
baskın biçimde görüldüğü Batı Türk Kağanlığı, yeterince güçlü bir siyasi yapı oluşturamadığından bu süreci sonuna kadar götürememiştir. Türk Kağanlığı’nın ardından gelen Uygurlarsa ilk başta birinci tipte devletleşme eğilimi içinde olmuştur; ancak günümüzde Doğu Türkistan olarak adlandırılan bölgeye geçtikten veya daha doğrusu geçmek zorunda kaldıktan sonra ikinci seçeneğe doğru yönelmişlerdir. Bunda bulundukları bölgede göçebe pastoral yaşam tarzını sürdürmenin zor olması belirleyici olmuştur. Benzer şekilde, Uygurların yıkılmasının ardından Yağma, Çığıl ve Tutşi gruplarını birleştiren ve Aşina klanının hâlâ lider konumda olduğu Karlukların oluşturduğu Karahanlılar da ikinci tip devletleşmenin içinde görülebilir. Karahanlıların Samanilerin egemenliğini sona erdirerek Maveraünnehir (Orta Asya) bölgesine yayılması büyük bir yıkıma yol açmamış, bu bölgede yaşayan çeşitli İran dillerini konuşan yerleşik köylü kitleyi etkilememiştir. Karahanlıların bu bölgeyi egemenlikleri altına alması daha çok dikhan olarak adlandırılan İran kökenli toprak sahiplerini etkilemiştir.
Orta Asya olarak tanımlanan batıda Hazar Denizi ve Ural dağları, kuzeyde Batı Sibirya taygaları, doğuda Tarım havzası ve güneyde de Hindikuş dağlarıyla sınırlanmış bölgede 6. yüzyıla kadar, İran dilleri konuşan, hem yerleşik hem de göçebe topluluklar yaşıyordu. Bu tarihte bozkır kuşağı tamamen Türkleşmiştir ve aynı süreç yerleşik bölgede de başlamak üzeredir.[4] Buradaki İran terimini günümüzde kullanılan İran terimiyle karıştırmamalıyız. Her ne kadar bugünün İran ulusu bir İran dili konuşuyorsa da, İran dilleri derken çok daha geniş bir aile anlamamız gerekiyor. Özellikle 7. yüzyılın başında henüz İslam’la tanışmamış Orta Asya’ya baktığımızda, Maveraünnehir bölgesinde ana dilin Soğdakça ve bu bölgenin kuzeybatısında Harezmce olduğunu, ayrıca bu bölgenin doğusunda ve güneydoğusunda, Sinkiang’ın (günümüz Doğu Türkistan’ı) batısında Hotanca ve Toharistan’da da Baktiryaca konuşulduğunu biliyoruz. Bu arada Sinkiang’ın doğusunda da, henüz burası Türkleşmeden önce, başka bir Hint-Avrupa dili Toharca (İtalo-Kelt ve Germen dillerinin bulunduğu Kentum dalından; İran dilleriyse aynı dil ailesinin satem dalındandır) konuşulmuştur.[5] Bu dillerin yerlerini bu dönemden itibaren Türk dilleri ve başka bir İran dili olan Farsça almıştır; yani bu bölge dilsel olarak hem Farsileşmiş hem de Türkçeleşmiştir. Dolayısıyla, kültürel açıdan bu bölgede iki farklı dalga yayılmıştır. İlk dalga burada bulunan İran topluluklarının Farsi dil ve kültürü etkisi altına girmesine yol açmıştır. Farsi olarak adlandırılan Yeni Farsçanın kökeni antikçağ Akamenidlerinin güneybatı İran’daki bölgesinde konuşulan ve Farsça olarak adlandırılan dildir. Yeni Farsça Müslümanlığı Horasan bölgesinde yaymaya çalışan Araplara katılmış Farslı İranlılarla ortaya çıkmış ve Orta Asya’da diğer İran dillerinin yerini almıştır. 750’lerden itibaren belirmiş ve aslında Farsçanın Araplaşması veya İslam’la buluşması olarak tanımlanabilecek bu dil ve onunla birlikte gelen kültür[6] Orta Asya bölgesinde Samani döneminde en parlak dönemini yaşamıştır.[7] İslam ile İran’ın kültürel uzlaşmasının ilk önce doğuda, Horasan ve Maveraünnehir’de ortaya çıkmış ve daha sonra batıya doğru yayılmış olması ilginçtir; Türkçe konuşan Oğuz topluluklarının batıya ilerleyişi de aynı dönemde gerçekleşmiştir. Orta ve İç Asya bozkırlarının batı yönünde ilerleyen Türk dili toplulukları İslam’la bu Yeni Fars kültürü aracılığıyla tanışmış ve bu toplulukların bir kısmı daha sonra aynı kültürle birlikte batıya ilerlemiştir. Bunun dışında, her ne kadar çelişkili gözükse de, Türkçeyi bir edebiyat diline dönüştüren Karahanlılar Yeni Farsça’yı da kullanmış ve bu sayede bu dilin gelişmesinde önemli bir rol oynamışlardır. [8]
Orta Asya’da bu dönemde ortaya çıkan en büyük dilsel değişim muhtemelen bu bölgenin dilinin Türkçeleşmesidir. Fakat bu süreç bir anda gerçekleşmemiş, bu bölgenin insanları uzun süre iki dilli bir yaşam sürdürmüştür.[9] Bu iki dilli yapıdan veya kendi dili yanında Türkçe de kullanan grupların varlığından Kaşgarlı da meşhur Divan-ı Lügat-ı Türk’ünde bahsetmiştir. Bu da iki dilliliğin ne kadar yaygın olduğu konusunda önemli bir ipucudur. İki dilliliğin ortaya çıkışı, Karmysheva’ya göre [Bregel’den aktarma] “Türklerin Tacikler üzerindeki basit bir etkisi sonucunda oluşmamış, aksine bu iki grubun he yönden karışmasıyla, fiziksel bileşimi neticesinde oluşmuştur.”[10] Her ne kadar Orta Asya’da bu dönemde belirmiş bu iki dillilik üzerinde henüz yeterince çalışılmamışsa da, Karmysheva’nın iddiası üzerine düşünmeye değerdir. Bu iki dillilerin temsil ettiği grubun diğerlerinden farklı bir şekilde adlandırıldığını gösteren terimler vardır. Bu terimlerden biri Sart’tır. Yerleşik İranlılarla göçebe Türklerin dilsel ve kültürel karışmalarından ötürü Maveraünnehir, Harezm, Fregana ve Taşkent gibi yerlerde gerçekten karışık bir kültür ortaya çıkmıştı. Bu kültüre ait olanlar “Harezm, Fergana ve Taşkent’te Sartlar olarak anılıyorlar ve daha çok Türkçe konuşuyorlardı. Bazen de iki dilliydiler. Maveraünnehir’de Tacikler ve Çağataylar olarak adlandırılıyor ve daha ziyade Tacik dili konuşuyorlardı ya da iki dilliydiler. Ama bazıları (hem Çağataylar hem de Tacikler arasında) Türkçe de konuşuyordu. İki temel terim, Sart ve Tacik etnik bir gruptan çok, tek bir kültürel türe işaret eder. Ancak bazı bölgelerde etnik bir anlamı da olduğu varsayılabilir.(…)”[11] Diğer yandan Sart ve Tacik terimlerinin geçmişlerini daha geriye götürmek de mümkündür. Tacik teriminin kökeni Sasaniler olarak adlandırılan İslam öncesi son Fars (Pers) imparatorluğunun Irak sınırlarında yaşayan Tayy adındaki Arap kabilesine gitmektedir. Farsiler bu adı genelde tüm Araplar için kullanmış, Soğdaklar da bu geleneğe uymuştur. Müslümanların Orta Asya’yı istilasıyla birlikte Müslümanlığı seçen Farsiler ve Soğdaklar da Tacik olarak adlandırılır olmuş ve bir süre sonra Farsça (veya diğer İran dillerinden birini) konuşanların sayısı Arapların sayısını geçince, bu terim Farsça konuşan Müslümanlar için kullanılmaya başlamıştır. Sart terimine gelince, bu terimin kökeni Sanskritçe de karavan lideri anlamına gelen sarthavaha sözcüğüdür. Hintliler İpek Yolu ağlarını kontrol eden ilk bölgelerarası tacir gruplarındandır ve yerel gruplar bir süre sonra bu terimi genelde bu tür ticarette uzmanlaşmış tüccar için kullanmıştır. Zamanla Soğdaklar bu ticareti kontrol etmeye başlamış ve bu terim Türkler ve Moğollar tarafından onlar için kullanılmaya başlamıştır. Sonunda terim Tacik teriminin eşanlamlısına dönüşmüştür. Soucek’e göre bu terim uzun bir süre sadece Farsça konuşanlar için kullanılmıştır ama on dokuzuncu yüzyılda Sart teriminin kentlerde yaşayan Türkler ve Tacik teriminin de sadece Farsça konuşanlar için kullanılır olmuştur. Bu değişiklik on altıncı yüzyılda Özbeklerin bu bölgeye gelmesiyle gerçekleşmiştir. Farklı bir Türk dili konuşan Özbekler ya dilsel ya da kültürel farklılıktan ötürü kentlerde yaşayan Türkleri daha farklı bir şekilde adlandırmaya başlamıştır. Özbekler konumuzun dışında ama bu bilgi, Sart teriminin ne tür bir değişiklik geçirdiğini göstermek açısından yararlıdır. Yine ilginç olan bir başka örnek de, Anadolu’ya gelen Oğuzlar veya genelde Orta Asyalıların Ermeniler tarafından Tacikler olarak adlandırılmış olmasıdır.
Bu karışıklığın çözülmesi için daha fazla araştırma gerektiği ortada ama kesin olan bir şey varsa o da bu dönemde bir karışmanın gerçekleştiği ve bu sürecin farklı kimliklere veya kimliklendirmelere yol açmış olduğudur. Bu dönemde farklı boylar halinde Orta Asya’ya yayılan Türkçe konuşan kitleler sadece bu bölgeyi Türkçeleştirmekle kalmamış, yeni bir kültürel grubun ortaya çıkmasına da yol açmıştır. Bu süreç Türklerin İranlıların yerini alması şeklinde ifade edilemeyecek kadar karmaşık bir sürece işaret etmektedir. Söz konusu olan sadece iki farklı grubun karışması değildir. Bir yer değiştirmeden çok iki farklı grubun karışması söz konusudur ama bu karışmayı sadece iki farklı etnik grubun veya farklı diller konuşan iki grubun karışması şeklinde düşünmemeliyiz. Aynı zamanda göçebeler ile yerleşikler karışmaktadır ve bu süreçte önceki dönemin göçebeleri daha sonranın yerleşikleri olabilmektedir. Aynı süreç sırasında diller birbiriyle kaynaşmakta, bazı diller yok olurken yeni diller veya diyalektler belirmektedir. Bu arada çeşitli kimlikler ortaya çıkmakta ya da çoğu zaman eski kimliklere yeni içerikler verilmektedir. Ayrıca bir de bu tartışmanın başında bahsettiğimiz göçebe boylarının devletleşmeleri süreci vardır ki, bu süreç yerleşiklerle ilişkiye girilmesiyle yakından bağlantılıdır; göçebe devletleşmesi çoğu kez yerleşiklerin de doğrudan veya dolaylı bir şekilde yer aldıkları ilişkiler bağlamında gerçekleşmiştir. Bu arada unutmamamız gereken bir de dinler konusu vardır. Bu bölge aynı zamanda (günümüzün moda terimiyle) bir dinler mozaiğidir de. Bir yanda süratle yayılmakta olan Müslümanlık, diğer yanda da bozkırların pagan göçebeleri vardır. Bu ikisinin arasında Orta Asya’nın karmaşık ve zengin dinler mozaiği bulunmaktadır. Bu mozaik Budizm, Zerdüştlük, Maniheizm, Nasturilik ve Yahudilik gibi inançları kapsarken, aynı yapının içinde Soğdakların bereket tanrıçası Anahit inancıyla bozkırların Gök kültünü veya Tengriciliğin bir türünü de görmek mümkündür.[12] Bu bölgede sonunda İslam dini baskın olmuşsa da bu diğer inançlar da tamamen kaybolmamış, çeşitli biçimlerde İslam’ın içine sızmayı başarmışlardır. Uzun vadede bozkırların göçebe pastoralcileri kaybetmiştir ama 1000’li yılların başında güçlüdürler. Orta Asya’ya yayılmalarının ardından Anadolu’ya ilerleyişleri gelecektir ama bu ilerleyişin sadece göçebeler tarafından gerçekleştirildiğini söylemek bu bilgiler ışığında zordur. Göçebeler Anadolu’ya doğru yol alan gruplardan sadece bir tanesidir diyebiliriz. Fakat Anadolu’ya geçmeden önce Orta Asya’daki siyasi gelişmeleri kısaca anımsatmak gerekiyor.
Türk topluluklarının kurduğu konfederasyonlardan veya kağanlıklardan ilki, bu tartışmanın başında belirttiğimiz gibi, Türk konfederasyonuydu. İç Asya topraklarında Ötüken merkezli olarak ortaya çıkan Türk konfederasyonu zamanla Orta Asya’ya doğru yayılmıştır. Bu bozkır imparatorluğunun tarihini iki evre veya iki kağanlık biçiminde incelemek mümkündür. İlk kağanlığın (552–630) sonunu Çin’in Tang İmparatorluğu’nun baskısı getirmiştir ama bir süre sonra ikinci Türk kağanlığı (682–745) belirmiştir. İkinci kağanlık da uzun ömürlü olmamış, çeşitli iç ve dış baskılar sonunda yok olmuştur. Her iki Türk kağanlığının da uzun süre ayakta kalmamış olmasının ardındaki temel neden, bu tartışmanın devletleşmeyle ilgili kısmında bahsettiğimiz gibi, bu dönemde henüz çok güçlü bir devlet aygıtının belirmemiş olmasıdır. Diğer yandan, tüm zayıflıklarına rağmen Türk Kağanlıkları Asya bozkırlarında bir Pax Turcica (Türk Barışı) oluşturarak önemli bir işlevde bulunmuştur. Bu kadar geniş bir alanda barış koşullarının sağlanması Doğu ve Batı arasında ticari bağlantıların kurulmasına, malların ve fikirlerin bir yandan diğer yana gitmesine yol açmıştır.[13] On dokuzuncu yüzyılda Alman coğrafyacısı Baron Ferdinand von Richthofen’ın (1833-1905) İpek Yolları olarak adlandırdığı, Batı’yla Doğu’yu birleştiren ticaret yolları bu topraklarda ilk kez Türk İmparatorluğuyla başarılmamıştır.
(Basitleştirilmiş Versiyon)
Medeniyetler arası ticaret bağları bu topraklarda dört kez oluşturulmuştur: İlk olarak MÖ 1. binyılda, ardından MS 1. binyılın başında, 6 ve 8. yüzyıllar arasında ve Moğol döneminde. Türk Kağanlıkları sadece Doğu’yla Batı arasındaki ticaret yollarını birleştirmemiş ama aynı zamanda güneyin yerleşik medeniyetleriyle kuzeyin göçebe pastoral topluluklarını da birleştirmiştir. Medeniyetler arasındaki ticaret yolları yeterince biliniyor olmasına rağmen, göçebelerle yerleşikler arasındaki kuzey-güney ekseni yönünde oluşturulmuş ticaret yolları çoğu kez gözden kaçmaktadır. Medeniyetler arası ilişkilerden önce geldiği düşünülen bu göçebelerle yerleşikler arasındaki ilişkiler de, bu bölgede farklı zamanlarda belirmiş dünya-sistemlerinin (veya bazı araştırmacılara göre tek bir dünya sisteminin) ortaya çıkmasına önemli katkılarda bulunmuştur.
Türk Kağanlıklarının ikinci önemli işleviyse, Türkçe konuşan topluluklarının batıya yayılmalarına yol açması olmuştur. Zamanla İç Asya bölgesinde neredeyse tek bir Türkçe konuşan topluluk kalmamıştır. Burada bir anayurttan göç düşünebiliriz ama Türkçe konuşan toplulukların burada yoğunlaşmış olması sadece bu bölgede bu toplulukların yoğunlaşmış olduğunu göstermektedir. Buraya da farklı bir yerden gelmiş olabilirler ve burada yoğunlaşmış olmalarının temel nedeni Çin medeniyetiyle girilmiş ilişkilerin merkezine yaklaşmak isteği olmuş olabilir. Diğer yandan burası gerçekten de Türk dili konuşan toplulukların anayurdu olmuş olabilir. Her halükarda bu Türkçe konuşan toplulukların zaman içinde Orta Asya’ya, Hazar Denizi’nin kuzeyine, Batı Avrasya bozkırlarına doğru yayıldıklarını görüyoruz. Her ne kadar bunlar belli hedefler içeren önceden örgütlenmiş göçler değildiyse de, İç Asya’dan batıya doğru iki ana hareket söz konusudur. Bunlardan biri Orta Asya üzerinden Anadolu’ya ulaşacak, diğeriyse Hazar Denizi’nin kuzeyinde günümüz Rusya’sına ve Balkanlara ulaşacaktır. Bu toplulukları Türk Kağanlıklarıyla ne kadar ilişkilendirebileceğimiz şüpheliyse de, bu kağanlıklarda başlamış ve Aşina klanında vücut bulan bir siyasi geleneğin devamı olduklarını söyleyebiliriz. Kağanlığın Aşina klanına bağlanması, yani kağanların Aşina klanından gelme zorunluluğu uzun bir süre devam etmiştir. Bu gelenek bu dönemde Gazneliler ve Selçuklular tarafından bozulmuştur; bu ikisi bu gelenekten bağımsız yöntemlere başvurmuştur. Pastoral dünyada kalanlar içinse, Aşina klanından olma zorunluluğu veya tercihi zamanla yerini Cengiz’in soyundan olmaya bırakmıştır. Selçuklu dönemine kadar Aşina siyaset yaklaşımının İç Asya ve Orta Asya’da Uygur Kağanlığı veya devletinde, kuzey Hazar bölgesinde de Hazar devletinde devam ettiğini görüyoruz. 750’li yıllarda Uygurlar Aşina geleneğini ele geçirirken Karluklar da yabguluk konumuna yükseltilmiştir. 840’larda Uygurları ortadan kaldıran Kırgızların kağanlık ideali beslememelerinden ötürü, kağanlık statüsüne Karluklar yükselecektir. Karahan konfederasyonunun tam olarak nasıl şekillendiği tartışmaları sürüyor olmasına rağmen, Karlukların bu birliğin oluşmasında temel bir rol oynadığı bilinmektedir. Böylece Aşina geleneği Karluklar aracılığıyla ilk Müslüman Orta Asya Türk devleti Karahanlılara kadar ulaşmıştır.
Orta Asya 10. yy sonu 11. yy başı
Bu sırada Aral Gölü civarında da Anadolu tarihini doğrudan etkileyecek olan Oğuzların belirdiğini ve bu siyasi hiyerarşide bir yabguluk olarak yer aldıklarını görüyoruz. Oğuzların Türk Kağanlıklarındaki Dokuz Oğuzlarla nasıl bir bağlantıları olduğu henüz aydınlatılmamıştır. Oğuz terimi genellikle kabile anlamında kullanıldığından, bu terimle adlandırılmış toplulukların birbirleriyle bağlantılı olmaları gerekmemektedir. Oğuzlar yabguluktan ileri gitmemiştir. Oğuzların bu bölgeye Karluklarla aynı dönemde yerleştikleri ve bu süreçte Peçenekleri yerlerinden ettikleri kabul edilmektedir. Hazar devletiyle bir süre ittifak içinde olmuş Oğuzlar (veya Hazar devletinin vasalıydılar) 965 yılında bu devletin ortadan kaldırılmasına katılmıştır. Hazar devletinin ortadan kaldırılmış olmasına rağmen, Batı Avrasya bozkırlarında (Ukrayna) Ruslar ile Harezmlilerin bulunmasından ötürü bu yönde ilerleyemeyen Oğuzlar güneye, Ortadoğu’ya inmiştir. Bu aynı zamanda Oğuzların Müslümanlığa geçtiği dönemdir. Bu sırada Oğuz yabgusunun subaşılarından Dukak’ın oğlu Selçuk’un kendi yolunda ilerlemeyi seçtiğini görüyoruz. Bazı tarihçilere göre Selçuk Hazarlara hizmet ediyordu ki, oğullarına vermiş olduğu Mikail, İsrail ve Musa adlarına bakıldığında bu geçerli bir iddiadır. Selçuk ve grubu kendilerini Orta Asya ve Horasan iktidar çatışmaları içinde bulacaktır. Bu, Fars/İran kökenli Samanilerin, bir Samani valisi Türk gulamının çabalarıyla ortaya çıkmış Gaznelilerin ve Aşina geleneğini sürdüren göçebe konfederasyonu Karahanlıların birbirleriyle kıyasıya mücadele ettikleri dönemdir. Bu çatışmanın sonunda Orta Asya’da yeni bir kültürel yapılanmaya yol açmış Samaniler yok olacaktır. Bu boşluğu dolduran Karahanlılar ile Gazneliler de bir süre sonra Selçuklular karşısında kaybedecektir.[14]
Selçuklular (11. yy)
Bu sırada Aral Gölü civarında da Anadolu tarihini doğrudan etkileyecek olan Oğuzların belirdiğini ve bu siyasi hiyerarşide bir yabguluk olarak yer aldıklarını görüyoruz. Oğuzların Türk Kağanlıklarındaki Dokuz Oğuzlarla nasıl bir bağlantıları olduğu henüz aydınlatılmamıştır. Oğuz terimi genellikle kabile anlamında kullanıldığından, bu terimle adlandırılmış toplulukların birbirleriyle bağlantılı olmaları gerekmemektedir. Oğuzlar yabguluktan ileri gitmemiştir. Oğuzların bu bölgeye Karluklarla aynı dönemde yerleştikleri ve bu süreçte Peçenekleri yerlerinden ettikleri kabul edilmektedir. Hazar devletiyle bir süre ittifak içinde olmuş Oğuzlar (veya Hazar devletinin vasalıydılar) 965 yılında bu devletin ortadan kaldırılmasına katılmıştır. Hazar devletinin ortadan kaldırılmış olmasına rağmen, Batı Avrasya bozkırlarında (Ukrayna) Ruslar ile Harezmlilerin bulunmasından ötürü bu yönde ilerleyemeyen Oğuzlar güneye, Ortadoğu’ya inmiştir. Bu aynı zamanda Oğuzların Müslümanlığa geçtiği dönemdir. Bu sırada Oğuz yabgusunun subaşılarından Dukak’ın oğlu Selçuk’un kendi yolunda ilerlemeyi seçtiğini görüyoruz. Bazı tarihçilere göre Selçuk Hazarlara hizmet ediyordu ki, oğullarına vermiş olduğu Mikail, İsrail ve Musa adlarına bakıldığında bu geçerli bir iddiadır. Selçuk ve grubu kendilerini Orta Asya ve Horasan iktidar çatışmaları içinde bulacaktır. Bu, Fars/İran kökenli Samanilerin, bir Samani valisi Türk gulamının çabalarıyla ortaya çıkmış Gaznelilerin ve Aşina geleneğini sürdüren göçebe konfederasyonu Karahanlıların birbirleriyle kıyasıya mücadele ettikleri dönemdir. Bu çatışmanın sonunda Orta Asya’da yeni bir kültürel yapılanmaya yol açmış Samaniler yok olacaktır. Bu boşluğu dolduran Karahanlılar ile Gazneliler de bir süre sonra Selçuklular karşısında kaybedecektir.[14]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder